Hollywood sektörünün başarılı yönetmenlerinden biri olan Sofia Coppola’nın yönettiği Lost in Translation, Scarlett Johansson,Bill Murray gibi isimleri barındıran oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor.Lost in Translation filmi, çok farklı bir konu işlememesine rağmen anlatımdaki ustalık sebebiyle sizi hiç sıkmayacak film. Konu itibariyle, Charlotte karakteri eşinin fotoğrafçı olması sebebiyle Tokyo’ya gidiyor.Tokyo’da yapayalnız bir haldeyken, reklamlarda oynayan, ünlü bir reklam yüzü olarak Bob Harris karakteriyle karşılaşıyor. Bu karakterle kurduğu dostluk ilişkisini anlatıyor genel olarak bu film.
Filmi daha iyi anlamak için birkaç başlıkta irdeleyebiliriz. ( Hakkımda)
“Kültür şoku” kavramı ve bu kavramın filmle ilişkisi..
Kültür şoku,bir bireyin geçici veya kalıcı olarak yurtdışına çıkmasında yaşanan zorlu uyum süreci diyebiliriz. Çoğu insan, yurtdışına çıktığında melankolik,karamsar bir hale bürünür. Neden olur derseniz konuyu çok dağıtmadan kısaca şunları söyleyebiliriz, her ülkenin farklı bir kültürü,sosyal yaşantısı vardır. Haliyle sizin büyüdüğünüz,yetiştirildiğiniz kültürden farklı bir kültürü kabullenmeniz zaman alıyor.
Filmle ilişkisine gelirsek, kültür şoku kavramı filmin tam merkezinde yer alıyor. Charlotte karakterinin film boyunca yaşadığı sıkıntıılı sürece, kültür şokunun ta kendisi diyebiliriz. Hatta filmde öyle yerler geliyor ki, izleyiciye o hissi bir nebze de olsa yaşatabiliyor. Bunda Scarlett Johansson’ın muazzam oyunculuğunun büyük bir payı var.
Yabancılaşma kavramı filmin kilit noktalarından. ( İletisim)
Hem Charlotte karakterinin hem de Bob karakterinin yeni ülkenin yaşantısının belli bir uyum sağlamaya veya keyif almaya çalıştıklarını fakat bunu başaramadığını görüyoruz.Bu iki karakterin yaşadığı çöküşten bir tez üretirsek; çevreye,yeni bir topluma,yeni bir sosyal hayata yabancılaşmanın yanında, kendilerine de yabancılaşıyorlar. Kendilerine yabancılaştıkları bu noktada, aynı dertten muzdarip bu iki kişiye birbirlerinin acısını azaltmaya çalışmasını gösteriyor izleyiciye, bu film. Ne kadar başardıklarını da artık izleyici izleyip görsün,değerlendirsin.
Rastlantıdan meydana gelen bir dostluk… Milyonlarca insanın arasında farklı meslek grubundan, farklı yaş grubundan ve “aynı dertten muzdarip” iki insanın dostluk kurmasını açıklansa açıklansa tesadüf kavramıyla açıklanır.Tesadüf kavramı bilim dünyası tarafından kabul edilmese de, felsefi ve psikolojik açıdan baktığımızda hayatımızda birçok etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçek.Olaylar üzerinde neden-sonuç ilişkisi kurabilmek çoğunlukla insanı rahatlatan bir şey olsa da, sebepsiz ve rastlantısal bir şekilde gerçekleşen bir rastlantı, insana huzur sağlayıcı da olabiliyor, yıkıma da yol açabiliyor. Bu filmde de tesadüf kavramını izleyici olarak gözlemleyebiliyoruz, “aynı ülke vatandaşı”, “iki farklı meslek ve yaş grubundan”, “aynı sıkıntıyı yaşayan” iki insanın bir araya gelmesiyle filmde tesadüf kavramının yeri tescilleniyor diyebiliriz. Inarritu’nun Babel filmindeki kadar belirgin rastlantılar içermese de, bu detayı seyirciye gösterebilmesi,film açısından bir artı denilebilir.
Olaylardan çok karakterlerin iç sıkıntısını,yaşadığı yıkımı izleyiciye hissettiren dram yapımlarını seviyorsanız, bu film tam size göre. Fakat yine de büyük bir beklenti içerisinde izlenmemesini tavsiye ediyoruz çünkü bir kült film seviyesinde değil, ama bu tür filmlere ilginiz varsa izlemeniz gereken yapımlardan.